YEREL SEÇİMLER NEYİ DEĞİŞTİREBİLİR?


YEREL SEÇİMLER NEYİ DEĞİŞTİREBİLİR?
Bu yazı AKP’nin uzun zamandır sürdürdüğü hukuksuzluk rejiminin son yerel seçimlere kadar taşıdığı birikimi incelerken, CHP’nin içinde bulunduğu duruma ve seçimin önemli bir değişkeni olarak ekonomiye dair bir perspektif içermektedir. Ayrıca yazı boyunca bu üç ayrı değişkenin birbiri ile etkileşiminin analizine dair bir çabaya denk geleceksiniz.
Yazının en sonunda söyleyeceğim tespitimi en başa alalım. Ülkenin sosyal ve ekonomik bir depresyonun içinden geçtiği ve artık adalet arayışının siyasi aidiyet farketmeksizin bütün toplum tabanına yayıldığı bir ortamda AKP’nin kazandığı belediye sayısı ve aldığı oy aslında olması gerekenden önemli miktarda daha fazla. Bu seçimler başka demokratik şartlarda başka bir muhalif atmosferde çok daha farklı sonuçlanabilirdi.
Yaşadıklarımız Neye Tekabül Ediyor?
2019 Yerel Seçimleri hem seçim öncesinde propaganda süreci boyunca yaşananlar ile hem de seçim günü itibariyle başlayan hukukun üstünlüğü merkezli tartışmalar ekseninde gerçekleşti. Bu tartışmalar geçmişten bugüne yaşadıklarımızın birikimini önümüze getiren bir sel gibi bütün ülke gündemini etkisi altına aldı. Yerel yönetimler seçimi, çok ikna edici bir şekilde kimin ne kadar bu ülkeye ait olduğuna ve kimlerin neyin hakkını arayabileceğine dair bir iddialaşmayı beraberinde getirdi.
Yaşadığımız günleri tam manasıyla tanımlayabilecek çalışmalara bundan yıllar sonra ulaşacağız. Bugünler tamamlandıktan sonra hakkıyla bir değerlendirme yapabilmek için ise bugün neler yaşadığımızı ve bütün bunları nasıl algıladığımızı bir kenara not etmek gerekiyor. Herkes içinden geçtiği dönemin olağanüstü özelliklere sahip olduğunu ve böylesine bir dönemin bir daha asla yaşanamayacak kadar anlatılası detaylar ile örülü olduğunu düşünür. Bu dönemin yaşattıklarını ve ağırlığını yıllar sonra hep beraber daha iyi anlayacağız.
Bizlerin gençliği AKP iktidarları ile geçti. AKP iktidarlarının karakteristiğini  ilk –gerçekten- keşfediş anımın, Erdoğan’ın “Ulemaya sormak lazım” çıkışına mı yoksa TEKEL eylemleri sırasında yaşananlar ile yüzleşmeme mi denk geldiğine bugüne değin karar verebilmiş değilim. AKP’nin muktedirliğinin şiddetini ve sınırlarının olmadığını herkes başka dönemlerde keşfetse bile AKP’ye, AKP’nin yaslandığı sermaye gruplarına ve sivil çevremsi çetelere karşı sorgulayıcı bir yaklaşım benim gibi pek çokları için uzun yıllardır varlığını koruyor. Hatta bir süredir kuşkularımız korku ve dehşet ile sarmalanmış durumda.
Kısa bir özet yapalım. Kumpas davaları, 17-25 Aralık sürecinde Siyasal İslam içerisinde yaşanan iç savaşın bütün ülkeye çıkardığı fatura, 2014 Yerel Seçimlerinde Ankara özelinde yaşananlar, 7 Haziran ile 1 Kasım arasında demokrasiye ve özgürlüğe karşı yapılan müdahaleler, 16 Nisan Referandumu öncesi ve sonrasında olanlar, 24 Haziran seçimlerine giderken yaşadıklarımız, HDP’ye yöneltilen yaptırımlar üzerinden yasama ve yargı düzenimizin tecrübe ettikleri eşşsiz deneyimler, KHK’lılar, 15 Temmuz Darbe Teşebbüsü sonrasında kurulan OHAL rejimi, Gülen Cemaati ile ilgili sürdürülen hukuki sürecin çarpıklığı, FLORMAR işçilerinden İşsizlik Fonu, Varlık Fonu, Vergi ve İmar Barışlarına uzanan ve adaletin altını boşalttıkça yaklaşan çöküşü derinleştiren manipülatif iktisat politikası hamleleri.
Tecrübe ederken anlamaya ve tanımlamaya hali hazırda sahip olduğumuz kelime, bilgi ve tecrübe dağarcığımızın yetmediği bütün bu olaylar normal bir insanın tahammül edemeyeceği bir hız ve şiddetle üstümüze üstümüze geldi. Gelecek kaygısının yerini ülke stresi aldı. Ülkenin gündeminin sağlığımızı tehdit ettiğini düşünenlerimiz çoğaldı. Yukarıda bahsettiğim zincirleme olayların aslında kumpas davaları ile başlayan hukuk dışılık merkezinde seyrettiğini biliyoruz. Hukuksuzluk esas, manipülasyon ve haksızlık ise usul olarak kabul edildi.
Bu kadar hukuksuzluğun kaynağı neredeydi peki? Bunu daha önce PolitikYol’da açıklamaya çalışmıştım ve vardığım sonucun kavramsal özeti ‘Kurumsal Hukuksuzluk’ oldu. Keyfiyetin belirlediği bir yargısal gündemin ve hukukun oyuncak yerine konduğu bir düzenin ortasına düştük. Hukuka ve adaletin tesisine ait olan hiç bir şeyin geçerliliğinin olmadığı, aksine çıkar gruplarının hesaplaşmaları ile mesafe aldığımız bir uzun zaman diliminin içine girdik. Bunu örneklendirelim mesela. Düşünün, daha geçtiğimiz yaz, yukarıda bahsedilen keyfiyet halini yaratan hareketin kurucularından, önceki Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, birden Cumhurbaşkanlığı adaylığına ilişkin bir durumun oluşamadığına dair acele bir açıklama yapmak durumunda kaldı. Ve hatırlayın bu açıklamayı yapmaya iten unsurlara dair pek çok iddia ise açıklamanın hemen ertesinde ortaya atılmıştı. Bu dönemde kimsenin aklına ve en başta Abdullah Gül’ün elbette, “Bu ülkede asker-sivil hiç kimse bırakın Cumhurbaşkanının, en sade vatandaşın bahçesine helikopter ile indikten sonra baskı ve tehditte bulunamaz!” demek gelmedi. Çünkü aslında herkes her şeyin farkındaydı: Bu rejimi biz yarattık ve yeni gerçekliğimiz bu tehditlerin olağanlaşmasıydı. Eski bir Cumhurbaşkanının evine yapılan ziyaretin! dedikodusunun bile bertaraf edilemediği bir ülkede kimin hukukun varlığına ve üstünlüğüne inanmasını beklersiniz? Burada sormak gerekir Abdullah Gül kimse Türkiye’de böyle bir tehdit biçimini uygulamayı aklından bile geçiremez neden dememiştir? Bütün yurttaşları neden rahatlatamamıştır? Bu noktadan sonra kim kendisine yönelik bir hak gaspının, hukuk ve kurallar içerisinde takip ettiği yollar ile önleneceğini düşünür? Bütün bunlardan geriye kalan ise Cüneyt Özdemir’in çektiği kısa videolardaki ‘helikopter’ esprileri oldu.
Daha İyisini İstemek Suç Değil
Bir düzenin içindeyiz. Hukuksuzluk ve keyfiyet ile örülü. Peki bu düzenin hazırlayıcıları sadece ezberlerimize yerleşmiş Liberaller ve İslamcılar mıdır? Anti-hukuk, kurumsal hukuksuzluk, anayasal parçalanma, popülist anayasacılık. Adını ne koyarsanız koyun hepimizin hayatlarına belirsizliği ve kaygıyı yerleştiren bu düzenin kökleşmesine başka kimler katkı sağladı? Muhalefetin çok büyük bir bölümünü buraya eklemeli miyiz? Muhalefet içerisinde yer alan ve tarihsel mirası, elinde bulundurduğu imkanları, sahip olduğu toplumsal destek ve halihazırda kullandığı kamu kaynaklı güce rağmen başarısızlığa uğrayan ana akım partilerin rolünü tartışmalı mıyız?
Yukarıda bahsedilen unsurların büyük oranda katkısıyla şekillenen ekonomik bir buhrana sürüklenerek girdiğimiz seçimlerin analizini yaparken, AKP dışında kalan siyasi aktörlerin seçim sonuçları üzerindeki rolüne dair en azından bazı çıkarımlarda bulunmamız gerektiğini düşünüyorum.
Medyanın olmadığı, sosyal medyanın kılcallarına kadar kanlı bir mücadele alanına dönüştürüldüğü, hukuk güvenliğinden bahsedilemeyen bir ortamda seçimlere giren Türkiye’de, muhalefetin neyi başarıp başaramadığını tespit elbette zor bir ödev olarak önümüzde duruyor.
Ancak kesin olarak bildiğimiz bir şey var ki o da bütün bu şartların içinde yeni siyaset zeminleri yaratmak için de bir o kadar fırsat doğduğudur. En basitinden başından beri ekonomik krize dair  ikircikli tespitlerle yaklaşan iktidarın çözümlerinin birbiriyle çelişen yapısı ile karşı karşıya kaldık. Bu anlamda TÜİK’in veri setlerini allak bullak ederek başlayan ve her alınan önlemin aslında yaklaşmakta olan bir sonraki olumsuzluğu örtmek adına alındığı anlaşılan bir “önlemler silsilesi” gördük. Ekonomide ne göstergeleri doğru okuyabilir hale geldik ne de alınacak önlemlerin hangi mekanizma ve yöntemler ile ortaya konacağını tahmin edebildik. (Bugün tartışma Merkez Bankası rezervlerinin MB yönetimi tarafından yansıtıldığı gibi olmadığı noktasına kadar geldi. Yunanistanlaşma durumu diyebilir miyiz?) Finansallaşmayı derinleştirmeye çabalarken piyasayı öngörülemez bir kompozisyon içerisine iten AKP iktidarı, yine sarayın arka koridorlarından sızan dedikodularla veya hiç ortada yokken birbiriyle alakasız şekilde açıklanan “reformlar” ile sorunların düzeltilebileceğini düşündü. ( Berat Albayrak’ın kurumlar vergisini düşürürken vergiyi tabana yayma iddiasına bakınız.) İktidarın ekonomide bu kadar yönünü kaybettiği bir dönemde muhalefetin ekonomideki pozisyonu yerel seçimlere etki etti mi? Daha doğrusu başka bir ifadeyle ekonomide yönünü kaybettikçe telaşlanan ve tek önceliği sırtını dayadığı sermaye gruplarına kurtarma planları çıkarmak olan iktidar partisi kudretli bir sorumsuzluğa yönelmiş iken, muhalefet ‘diğerleri’ için ne kadar umut olabildi? Yıllarca uygulanan dengesiz (tek yönlü olarak da çevirilebilir) politikaların sonuçları tanzim satışları ile somutlaşıp ancak hemen her piyasada etkisini gösteren savrukluk olarak karşımıza çıkarken, bu gerçeklik karşısında söylenenler ne kadar etkili olabildi? Bugün açıklanan işsizlik rakamlarının karanlık bir tablo çizdiği (hele ki genç işsizliği!), üretkenliğin çeşitli seviyelerde buhrana girdiği, kamu özel işbirliklerine ait sürdürülemez yapının bütçe dengesini makyajlamak için kullanıldığı ekonomik görünümden bahsediyoruz. Böylesine, hayata doğrudan etki eden ve aynı zamanda artık ertelenemez bir paradigma değişikliğini çağıran ekonomik düzlemde, muhalefet partileri topluma ‘Başka bir Türkiye mümkün’ dedirtmeyi başaramadı. Başaramadığı için de sonuç olarak büyük ihtimalle bu durum seçimlerde AKP’nin yaşaması gereken olağan-normal erimeyi göremememize sebep oldu.
Bu ekonomik söylem ve program eksikliğinin elbette çok çeşitli sebepleri var. En net tespitleri yine en belirgin ve şeffaf yapıya sahip olan CHP üzerinden yapabiliriz. CHP’de temel olarak program eksikliğinin ve hatta felsefi bir hattın yokluğunun bu duruma sebebiyet verdiğini söyleyebiliriz. Uzun zamandır büyük kitleleri yoksunlaştırıp, hayatın kurallarını sadece güçlüden ve haksızca kazananlardan yana şekillendiren bir ekonomi politik uygulama ülkede hüküm sürmekte. CHP ise büyük kalabalıklara umut ışığı olabilecek bırakın somut politika önermelerini düşünsel bir farklılık dahi yaratamadı. Hatta böylesine derin bir kriz döneminde en azından kamuoyunun dikkatini çekebilecek bir ekonomi paketi bile açıklayamadı. Peki CHP yakın geçmişe baktığımızda kısmi de olsa bu konularda fark yaratamayan bir parti mi? 2009 krizinde Baykal’ın açıkladığı çeşitli ekonomi paketleri, 2011 seçimlerinde açıklanan Aile Sigortası,  7 Haziran 2015 seçimlerinde ülke gündemine oturan ve bugün bile asgari ücret, emeklilere dönük düzenlemelerin kaynağı olan seçim vaatleri (ve belki hatta Merkez Türkiye projesi) aslında son dönemde rastladığımız dikkat çekici örnekler. Tabi benim burada bahsettiğim şey aslında AKP’nin ekonomiyi ve hayatı ele alış tarzını tümden ve cepheden karşılayan bir ideolojik çıkış yapılması gerekliliğiydi. Yukarıda örneklendirilen mikro seçim vaatlerinin yeterli olmayacağının altını çizelim. Olması gereken büyük bir manifesto ile Türkiye’de toplumsal yaşamın dönüşümünün toplumsal refahla sonuçlanacağını söyleyebilecek derinlikte bir meydan okuyuştu belki de. Üstelik üretenin değil siyasi tüyonun ve hilenin para ettiği bir yanı da var şu andaki ekonomik sistemin. Aslında kısacası bu seçimlerde AKP ve yarattığı bu düzen çok daha net bir şekilde ifşa edilebilir, eriştiği oylar özellikle Bursa, Denizli gibi üretimin yaşamı şekillendirdiği illerde çok daha fazla geriletilebilirdi.
Tespit etmemiz gerekiyor ki AKP’nin sosyo-ekonomik bakış açısı büyük bir çöküşe hazırlanmaktadır. Mertliği sadece şarkılarda kalan, caydırıcılığı bir Brunson davası ile unutulan, kudreti ise soğan-patlıcan ile pek bir sönen ekonomik süper güç hikayesi AKP’ninki.
İstanbul Ekonomi Araştırma Genel Müdürü Can Selçuki’nin verdiği rakamlara[1] dayanarak çeşitlendirilebilecek bir gözlem olarak aslında ekonomide fark yaratacak bir söylem bugün gördüğümüzden daha başka bir seçim sonucu yaratabilirdi. Çünkü bahsedilen araştırmaya baktığınızda toplumun temel sorun algısında ekonomi ve işsizlik açık ara farkla önde.
Peki bu ekonomik ve siyasal söylem sadece bazı düşünüş ve ‘esinlenme’ eksikliklerinden ötürü mü oluşturulamadı? Yoksa kitlelere ilham verecek karizmatik liderlik veya asgari olarak heyecan yaratarak seçmende ilgiyi canlandıracak bir figürün eksikliği de hissedildi mi? Yani en esaslı program hazırlansa bile onun ruhunu taşıyabilecek bir lider var mıydı? Belki de zaten lider kadroların bu dalgalanma yaratabilecek etkiye sahip olması için aynı hareketi besleyecek düşünsel kurguyu oluşturabilmesi de gerekiyordur.  
Ben uzun zamandır Kılıçdaroğlu liderliğinin doğrularını ve yanlışlarını takip edemeyecek kadar yorgun düşenlerdenim. Kılıçdaroğlu pek cesur ve kendi kendini en derin şekilde etkisizleştirebilen bir lider. Bu durumun partisinin ‘üretim’ safhasına da yansıdığını inkar edemeyiz. CHP aslında açıkça yeni bir söz üretemiyor, söyleyemiyor ve sonuç olarak bunu da sahada kullanamıyor. CHP liderliği toplumda heyecan yaratmıyor. Bugün alınan belediye seçimlerinin sonuçları üzerinden mistik bir başarı ve strateji öyküsü kurabileceğimizden de emin değilim. Kırklareli veya Siverek! tercihlerini hatırlayalım. Partinin temsil ettiğini ileri sürdüğü bütün değerler ile çelişen bir adayın getirdikleri ile götürecekleri ne kadar hesaplandı? Hatta getirdiği şey her neyse CHP gibi tarihselliğe ve değerlerinin tutarlılığına yaslanan bir parti için bu ‘getiriler’ ve aday bence hiç gündeme bile gelmemeliydi.  Aynı liderlik büyük kitlelerin enerjisini 16 Nisan, 27 Haziran ve kurultay tartışmalarında yönetemedi. Adalet Yürüyüşü gibi Türkiye tarihinde görülen en cesur ve heyecan yaratan toplumsal aktivizm örneklerinden birisini hep beraber tecrübe ettik. Peki bu yürüyüşten sonra AKP’li veya apolitik herhangi birisinin bile en temelde ortaya koyduğu talep olan hak, hukuk ve adalet isteğine dair bugün aklımızda yer eden hangi çıktı kaldı? Hangi cümle veya yürüyüşten kalan bir söylem veya söyleşi bugün AKP’ye karşı adalet talebini yükseltirken bizlere ilham verebilecek seviyede? Bir jenerasyon bizlere “Toprak ekenin, su kullananın” dedikten sonra acı acı gülümsemedi mi? Sahi Ecevit’in böyle bir yürüyüşü yaptıktan sonra sloganlaştıracağı konuşmalarını, yazılarını hayal edebiliyor musunuz? Veya Demirtaş’ın böyle bir toplumsal dalgalanma yaratan yürüyüşün sonunda yapacağı mitingten kırpılacak kısa videoların ömrünü düşünün. Kemal Kılıçdaroğlu için buradan çıkacak olan ders bellidir. Olabildiğince hızlı bir şekilde yeni (bu konuda hakkını yememek gerekiyor) figürlerin önünü açmaya devam etmek, parti liderliğini bırakmak konusunda bir yol haritası çizmek ve parti içi demokrasinin yapısal gerekliliklerini (PM’nin gerekirse 100 kişiye çıkarılması, yeni ve yetkili organların oluşturulması) yerine getirmek. (PM’nin belediye başkan adayları konusunda dayattığı müzakerelerin demokratik aklın değerini gösterdiğini düşündüğümü ayrıca belirtmek isterim.) Kılıçdaroğlu bunların hepsini en iyi şekilde gerçekleştirebilecek kadrolarla çalışmaktan çekinmeyecek kadar cesur bir lider. Ve tekrar ediyorum görülmesi gereken bir durum var. Kendi liderliği kritik dönemlerde söylem, retorik ve ideal üretmek konusunda ciddi anlamda yetersiz kaldı ve kalacak. Kelamın eksik olduğu siyaset kime yarar?
Bugünün Cehennemi
CHP’nin sahip olması gereken etkili bir siyasal söylemin eksikliğinin gölgesinde Türkiye’deki son seçimler bize başka bir şeyi de gösterdi. Siyasal İslam ilhamlı AKP ve Saray nizamı bütün Türkiye’ye dair bakışını zamanla başka bir raddeye taşıdı. Bu seviyede artık yaptıkları ve talep ettikleriyle, uyguladıkları baskılar sonucu aldırdıkları kararlar ile aslında aşkın bir elitizm noktasının da geçildiğini ve belki de bu ülkeye özgü bir kast sistemi savunuculuğuna doğru bir savrulma yaşandığını gözlemleyebildik. 2014 yılında Ankara Büyükşehir Belediyesi Seçimleri sürecinde yaşananları hatırlayın. Veya mühürsüz oyların 16 Nisan günü kanuna aykırı şekilde kanunu uygulayıcı ve içtihadı oluşturan üst kurul tarafından geçerli sayılışını. Bu mühürsüz oyların sonra güzelce yasallaştırılmasını... Bugün dönün ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi Seçimleri sonrasında olanlar ile karşılaştırın. Sanki itiraz süreçleri ve hukukun temel ilkeleri herkes için aynı şekilde geçerli değil. Ne dersiniz? Benim aklıma tek bir önerme geliyor: AKP artık ülkede ikili bir hukuk sistemini fiilen uygulamaya koymuştur. Uygulamaya konan şey yaklaşık olarak şöyle; var olan (pek çoğumuzun Anayasa ve kanunlar ile sabit olduğunu sandığı) hukuk sisteminin gündelik hayatımızda AKP’nin herhangi bir bileşeninin gündemi ile çatışması durumunda tasfiye edilmesi. Ve akabinde yerine içeriğini sadece AKP ve MHP liderliğinin bildiği BEKA söyleminin oluşturduğu  yeni ‘fiili uygulamalar’ getirilmesi durumuna denk geliyor. Bu yeni hukuk sistemimizin bir ayağı. Diğer ayağı ise olağanüstü durumlarda kağıt üstünde yazılı kuralların AKP ve yarattığı düzen lehine işlediği sürece işletilmesi. Birbirinin ikizi olan bu ikili hukuk sistemi aynı zamanda birbirlerini tam ikame etmekteler. Burada AKP artık salt bir siyasi parti olarak düşünülmemeli elbette. Bu sebeple bütün riskleri göze alıp YSK’nın seçim tekrarına gitmesini sağlayabilecek kadar genişleyebilen ve dahası olan kötücül bir ekosistem diyebiliriz.
İstanbul seçim sonuçlarına olan itiraz süreçleri ile başlayıp özellikle HDP’nin belediyeleri kazandığı bölgelerde verilen kararlara bakmamız yukarıdaki durumun örneklendirilmesinde faydalı olacaktır. Bir akşam Pelikan dediğimiz ve kerameti kendinden menkul bir grubun liderinin attığı Tweetle başlayan süreç İstanbul’da 2 haftadan fazla sürdü. Bu tweetle Pelikan ağzını açtı ve oylar yeniden sayılacak diye bir laf attı ortaya. Hemen o gece hem muhalefet hem iktidar alarma geçti.  Geçti geçmesine ama değişen bir şey olmadı. Bütün bu süreçte koskoca ülke bir o yana bir bu yana savruldu. İstanbul’un bir ilçesinde haneler tek tek polis tarafından ziyaret yoluyla seçmen kontrolüne tabi tutuldu. Pelikan ve türevleri seçimlerdeki usülsüzlüklere dair MGK defterinin yeniden açılmasını ve tehdit tanımlamasını yeniden düzenlemeye itecek cinsten büyük iddialarda bulundu. Uzaylılar hariç herkesin dahil olduğu bir seçimin AKP’ye kaybettirilmesi söz konusuydu. Toplumun sinir uçlarına dokunarak FETÖ, PKK, dış güçlerin sandık müdahalesini açıkça dile getirdiler, iddia ettiler. İddialar henüz hala somut bir delile dönüşmüş durumda değil. Kabataş’tan beri aynı baskı altında tutulan koskoca bir toplum yine organize oy hırsızlığı iddialarının belgelerini beklemeye başladı. Güneydoğu ve Doğu Anadolu’da KHK’lı adayların mazbatalarının teslim edilmemesi ve seçimin yenilenmemesi usulü takip edilerek ikinci gelen parti adaylarının seçimin galibi ilan edilmesi vakalarını hep beraber tecrübe ettik. YSK daha önce aldığı karar ve uygulamaları göz ardı ederek yepyeni bir uygulamaya gitti. Adeta siyasi koşulların ve tansiyonun emrettiğini takip etti. KHK’lılar kararı esasen YSK içtihadının takip edilmemesi, Anayasa’nın çiğnenmesi, YSK’nın kendi hukuksal denetim süreçlerinin inkar edilmesi gibi çok geniş bir yelpazede hukuk dışılığı içeriyor.
Erdoğan’ın ve AKP sözcülerinin bu itiraz süreci içerisinde yaptığı açıklamalar temel bir şeye işaret ediyor aslında. Hukukun temel esaslarını unutmuş durumdalar. Uzun zamandır uygulamaya gerek duymadıkları bu unsurların haklı ve haksızı nasıl tespit edeceğini bilmiyorlar. En temel hukuki tartışmalarda yer almayacak argümanlarla çıktılar toplumun önüne.  Öyle ki Ahmet Türk’ün mazbatasının verilmemesi için yaşından tutun, KHK’lı olmasa bile eylemleri KHK kapsamındadır gibi bir iddia ile mazbata fetişizmini doruklarda yaşamak üzere hukuku katlederek seçim kurulu başvurusu gerçekleştirdiler. Belki de yaşadığımız en zirve nokta ise KHK’lıların seçmen olarak tanınmaması gerektiğine ilişkin başlatılan tartışma oldu. Demokrasi ve hukuk ilişkisi ancak ve ancak AKP talep ederse hatırlanabilir bir unsur haline dönüştü.
Ne Yaparım Senden Sonra?
Bu seçimlerin Türkiye için bazı fırsatlar yarattığını söylemek mümkün. Öncelikle bildiğimiz siyasetin yeniden işleyeceğine tanık olacağız. Saray mekanizmalarının tekelinin kırıldığını göreceğiz. Tabi bu durum ne zamana kadar böyle devam eder tahmin etmek zor. Erdoğan gözlemlerime göre yeniden harekete geçecek. Belki yerel yönetimler yasası değişecek belki yeni hukuksuzluklar mahkemeler eliyle veya kararnameler üzerinden uygulanarak devam ettirilecek. Türkiye’de eşi benzeri görülmemiş ‘post-truth’ muhalefet şeklini yerelde AKP harici belediyelere karşı AK TROLL ruhu – havuz medyası cengaverliğinde izleyeceğiz. Bütün bunlara rağmen hem bunların önüne geçebilecek hem de bu saldırılar başlayana kadar büyük bir halk desteğini arkasına alabilmek için kendini kanıtlayacak işleri yapacak kadar zaman bütün belediyeler ve partiler için mevcut.
Hareket Etmeyen Seçmen Blokları
Mansur Yavaş, Ekrem İmamoğlu, CHP’li, İYİP’li, HDP’li,SP’li belediye başkan adayları, meclis üyeleri seçimden önce çok keskin şekilde tehdit edildiler. Bu tehditlerin sonuçlarının istenildiği gibi bir etki yaratmadığına dair bulguları İstanPol’un Türkiye siyasetindeki kutuplaşma üzerine hazırladığı en son çalışmasından görebiliriz. [2] Süleyman Soylu ve Erdoğan tarafından üstüne basa basa tekrarlanan bu ‘seçim sonrası gelecek yaptırımların’ seçmende kritik değişimlere yol açtığını iddia edebiliriz. Küskünler, siyasete inancı kalmayanlar ve dışlananlar olarak tanımlanabilecek seçmenlerin seçimlere çok az kala Cumhur İttifakı dışında kalan adayların hepsi için sarf edilen sözlerle bireysel güdülerine göre davrandığına inanıyorum. Peki bu bireysel güdülerin kaynağı ne olabilir?  
Sistem tarafından kendisine sürekli haksızlık yapıldığına inanan bir seçmen düşünün. 16 Nisan ve 24 Haziran’da oyuna sahip çıkılmadığını düşünen, gündelik hayatında yaşadığı herhangi bir olumsuzluğun mahkeme veya resmi otoritelere ‘usulünce’ başvuru ile çözülmesinin hayal olduğuna inandığı, cüzdanındaki kartların hepsinin ek bakiyelerinin, limitlerinin aldığı halin kendisini küçük bir finans uzmanı haline getirdiği ve bu durumun kesinlikle kısa vadede düzeleceğine inanmadığı, iş yerinde yaptığı işin ya potansiyelinin altında kaldığını ya da yaptığı işin karşılığını alamadığını ve bir de bunun üstüne her geçen gün haklarının çaktırılmadan erozyona uğratıldığını sezdiği, ülkede yeni bir elitin oluştuğunu fark ederken bu eliti oluşturanların zenginleşmek için aslında sadece siyasi angajmanlar için zaman harcadığını ve hiç bir emek göstermeden çok büyük zenginliklere kolayca ulaştığını gözlemlediği, aklına gelebilecek herhangi bir şeyi söylerken birileri tarafından ispiyonlanabileceği, kendini bu durumda savunmasının imkansız olduğundan kesinlikle emin olduğu, ispiyonlanmasa bile yine bu sefer ‘yukarıdan birilerinin’ kendisi kesinlikle kayıt altına aldığına inandığı bir Türkiye gününün sonunda akşam evde muktedir siyasilerin değişim vaat eden rakiplerini ülkedeki herkesi aptal yerine koyarcasına ‘demokrasi ve beka’ adına tehdit ettiğini izlediğini hayal edin. Çok uzak bir hayal değil sanırım? Hele ki son ekonomi sunumunun bize gösterdikleri ücretli kesimler için çok daha gri günlerin yaklaştığını söylerken.
Peki Nereye?
Siyasal İslamcıların büyüsü bozuldu. Erdemliler hareketi yukarıda anlatılan müdahaleleri, iştahlarını ne madden ne manen doyuramadıkları için başkalarının hayatlarını yok etmek uğruna yaptılar, yapıyorlar ve yapacaklar. Ancak aynı zamanda başka bir şeyi de gördüler. Bütün yeni taktiklerine rağmen yenilebiliyorlar. Medya? Ellerinde. Ekonomik destek programları? Her gün yeni bir seferberlik başlatabiliyorlar. Devletin var oluşunu temsil eden simgelerin kullanımı? Tekellerinde. Kurumlar, kuruluşlar, vakıflar, özel sektör? Emirlerinde. Yine de kendilerine en çok güvendikleri ‘milletin sesi olma’ durumu artık ellerinden kaymakta. Demirtaş, Akşener, İnce, Yavaş, Karamollaoğlu, İmamoğlu. Hapis ile tehdit ettikçe, hapislere attıkça daha da çoğalıyorlar. Cenk Yiğiter’in geçenlerde dile getirdiği Türkiye üzerinde her şeyi faşizm olarak adlandırmaktan imtina etmemiz gerektiğine dair düşüncesine katılıyorum. Ancak yine de bir örtülü faşizm ya da belirli konularda mikro faşist uygulamaları yaşadığımıza dair bir tespitim var.
Dediğim gibi İslamcılığın sırf bazı değerlere sahip olduğu için hatadan arındırılmış olacağına inananlar bile bunun nasıl bir yalan olduğunu kendi hatalarının hayallerini ne derece kirlettiğini görerek tecrübe ediyorlar. Şimdi daha eşit bir yarış başlayacak. Hukuk, imkanlar, kaynaklar bakımından değil elbette. Sahip olunan tarihi bagaj artık hiç bir ana akım hareket için o kadar hafif değil. Masum değiliz, hiçbirimiz.
Muhalefetin seçmen nezdinde, CHP özelinde çok fazla kredisi de yok. Aldığı kredi kolayca tükenebilir. Bu krediyi de büyük oranda oylarına sahip çıkarak kazandı. Elbette seçim sonrasında gösterdiği dirayetli duruşu da buraya eklemeliyiz. Ancak ne partinin ne de seçmenin ikinci bir SHP travmasına takati yok. CHP bundan sonra hem çok çalışkan hem çok uyanık hem çok dilbaz hem çok vizyoner olmak zorunda. Kendini kanıtlamaktan başka şansı yok. CHP’nin de kazanabileceğini gösterdi. CHP’nin de oylarına sahip çıkarak isterse tuttuğunu koparan bir tabana ve tavana sahip olduğunu gösterdi. Şimdi CHP’nin çarpıtılmış şehir dedikoduları ile yaratılan önyargıları yıkmasının vakti. Muhalefette iken yapılacakları söylemek kolay. Şimdi karşısında iktidardaki yıllarını karanlık mahzenlerde ruhunu kötülüğe teslim eden fantastik karakterler gibi sürekli kendini harlayan, genelde iktidar, yerelde yarı-iktidar olan bir yapı var. Bütün iktidar elindeyken yaptığı zulümler kendi taraftarlarını bile yapılanlara karşı isyan ettirecek seviyeye gelen bir siyasal hareketin çok yapıcı ve iyi niyetli olacağına dair inancım az. Sürekli çelme takılmaya çalışılacak. Burada ehlileştirmek görevi ülkenin vatandaşlarına düşüyor. Ve muhalefet bütün ülkeye kendini iyi anlattıkça, doğruyu ifşa ettikçe, umudu örgütledikçe yaşanacak bir Türkiye’ye doğru mesafe alacağız. İslamcı elitten bir şey beklemek yersiz.
Siz bakmayın hala yurtdışında belirli çevrelerde beğenilmek için seküler elit ve yaptıklarının Türkiye’yi bu hale getirdiğini savunan İslamcı bozması liberallerin sesinin çok çıkmasına. Kendi mahalleleri ile araları bozuk, manevra arayışındalar. Bu ülkede YÖNETEN ELİT belli, tarihimizde eşi benzeri görülmemiş rezillikler yaşadığımız ortada. Seküler elit olarak anılanlar evlerinin önünde katledilirken hiçbirinin çocuklarının devletin imkanları ile yurt dışlarında okumadığını, hiç birinin hakketmediği halde payeler almadığını, boğazlardaki yalılarından siyasete ve tabi ülkenin geleceğine nizam vermediğini biliyoruz. Seküler elit diye suçladıkları aslında kendi öncüllerinin cemaatleri, mafyayı ve yolsuz bürokrasiyi kamu gücüne enjekte ettiği DYP-ANAP-AP-DP geleneğidir. Batı’da büyük oranda oryantalist bir indirgemecilikle seküler olanın kati surette otoriterlik ve ahbap-çavuş ilişkisine dayalı ekonomik çıkar ilişkilerinden kurtulamayacağına dair tembel bir ezber var. Bu arkadaşlar batıya karşı kendilerini sunabilmek için bu yanlış oluşturulmuş ve derinlikten uzak tezlere sarılıyorlar.
Öte yandan yıllardır yenilgiye uğrayanlar hatadan ve sorumluluktan mahrum değiller. Derslerini almış, ezberlerini ediyor olmaları gerekiyor. Kılıçdaroğlu ile Buket Aydın arasında geçen diyalogda her ne kadar Kemal Bey yerinde bir öngörüde bulunuyor olsa bile aslında bir konjonktüre bağlı durumu tam da kendinden emin olmayan bir şekilde dile getirdiğine inanıyorum. 2007’den beri büyük iddiaları dile getirdi CHP, karşılığını alacak bütüncül aksiyonu ise yerine getirmedi. Devamlılık içinde tutarlı şekilde hareket edemedi. Ancak yine de temsil ettiği değerleri takip eden siyasi figürler bugün bu değerlerin temsil edildiği partide başarıyı yakaladılar. Mansur Yavaş’ın 1990’lardaki siyasi diskurunun 2014 – 2019 seçimlerindeki vaatlerini de kucaklayıcılığını da formüle etmediğini biliyoruz. Veya İmamoğlu’nun kurala, şeffaflığa, dayanışmaya ve insan odaklı olmaya dayalı yaklaşımını ANAP’ta edindiğini de düşünmüyorum. Kısacası başkalarının aksine CHP’nin illa sağcılaşarak kazandığını değil sağ gelenekten gelenlerin CHP’nin taşıdığı geleneği benimsemesinin kendilerini büyük kitleler ile buluşturduğuna inanıyorum.
Uzun, karışık, yer yer anlaşılması zor ve fazla itidalli bir yazı oldu. İnandığım bir şey ile bitirmek istiyorum. Rabinaz Vatan’ın, SOMA emekçilerinin hayatlarının anlamını, para ve güçperest bir kötülük karşısında kaybetmemek için bugünden daha başka bir Türkiye olmalıyız. Yaşamın anlamını bize hatırlatan kaybettiğimiz asil ruhlara...










 



[1] İlgili yazıda Selçuki İEA’nın yaptığı Aralık ayı Türkiye Monitörü araştırmasına göre toplumun %42,8’i ülkenin en büyük probleminin ekonomi olduğunu söylerken, %17,4’ü işsizlik olduğunu belirtiyor.
Ekonomik döngüden yararlanamayan Türkiye muhalefeti – Can Selçuki, Para Analiz 12 Aralık 2018
https://www.paraanaliz.com/2018/yazarlar/ekonomik-donguden-yararlanamayan-turkiye-muhalefeti-28595/
[2] T24 - İSTANPOL'ün Türkiye'de kutuplaşma raporuna bakış: İlk defa, Cumhur İttifakı ve muhalefet arasındaki yüzde 51-49 dengesi tersine dönebilir, Derin Koçe 30 Mart 2019
 https://t24.com.tr/haber/istanpol-un-turkiye-de-kutuplasma-raporuna-bakis-ilk-defa-cumhur-ittifaki-ve-muhalefet-arasindaki-yuzde-51-49-dengesi-tersine-donebilir,814618


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Need for a rapid change before the arrival of ecological crisis is still valid

CHP'nin İçindeki Canavar

Erzurum'da Güzelyurt'un Ruşen abisi...