9 mayıs günü kar yağan bahçeli ev / kendimi ve diğerlerini kavrayışım
bu yazının iki ayrı bölümü mevcut. kendime dair bazı itirafları okumak istemeyenler bir bahçenin nasıl oluştuğunu anlattığım kısıma direk geçiş yapabilir :)
hemen herkes inanılmaz saldırgan olduğumu düşünüyor. çok kavgacı bir hale büründüğümü, sürekli 'arıza' çıkardığımı söylüyor. neredeyse bütün çevrem bu düşünce etrafında birleşmiş durumda. yalan yok, sabrımı kaybetmiş durumdayım. tahammül sınırlarımın çok daraldığını hissediyorum. uğradığım haksızlıkların sınırları kalmadı. bazı arkadaşlarım, çok farklı özelliklere, bambaşka kişiliklere sahip olsa bile haksızlığa uğratan sonucu kendi ellerimle inşa ettiğim konusunda hemfikirler.
hemen herkes inanılmaz saldırgan olduğumu düşünüyor. çok kavgacı bir hale büründüğümü, sürekli 'arıza' çıkardığımı söylüyor. neredeyse bütün çevrem bu düşünce etrafında birleşmiş durumda. yalan yok, sabrımı kaybetmiş durumdayım. tahammül sınırlarımın çok daraldığını hissediyorum. uğradığım haksızlıkların sınırları kalmadı. bazı arkadaşlarım, çok farklı özelliklere, bambaşka kişiliklere sahip olsa bile haksızlığa uğratan sonucu kendi ellerimle inşa ettiğim konusunda hemfikirler.
bir yanda kendi zavallılıklarını bertaraf etmek için çabalamak yerine biraz lüks ile bütün acılarını giderebileceğini sanan kemirgenler. diğer yanda hayal kırıklıkları ile yüzleşmek yerine hayali düşmanlar yaratarak iftira atacak kadar aşağılık ve sıradan olmayı tercih edenler. etrafım bunlarla sarılmış durumda.
hiç inkar etmeyeceğim yaşamlarının en önemli unsurlarını ellerimle kurduğum insanlar bana kendi küçük/yüzeysel dünyalarının en kötü sıfatlarını yakıştıracak kadar cesaret almış durumdalar. belli ki, bunda benim de sorumluluğum mevcut. hak etmedikleri ilgi ve özeni insana dair onulmaz inancımla sunmuş olmam en büyük hatam olabilir. meğerse iki damla ağızlarına damlatılacak şatafat afyonu için kendilerine biçtikleri rol; haksız kazanç, haksızlık ve gösteriş budalalığının devamı için gereken fedailik imiş. aslında bu insan türü sosyolojik kamplara göre birden ortaya çıkmıyorlar. çok klasik: güç savaşları içerisinde her zaman orada, bir yerde saklanıyorlar. türkiye sosyal adaletin çok yaralı olduğu bir ülke olduğu için bu insanlar yaralı psikolojileri ile serseri bir iştahla saldırganlıklarını en derinlerine sakladıktan sonra ilk performans fırsatında kendilerini kanıtlamaya başlıyorlar. sömürü ve istismar ile iktidarlarını/pozisyonlarını koruyan bencillik baronları için tetikçi görevi üstlenen bu insanlara ne yazık ki ben de el uzattım. hayattaki tek dertlerinin maddeye düşkünlüklerine dair bir ulaşmışlık hissi olduğunu gördüğüm anda pek çok şey için geç oldu.
bu tip insanlara dair söyleyeceklerim bunlarla mı sınırlı peki? elbette hayır. şu yazdıklarımı okuduktan sonra kendi dünyalarının ötesine bir adım atıp, kendilerini daha iyi olana taşıyamayacaklarının bilincinde, yine kendi kendilerini kandırmak üzere yarattıkları simülasyonlarına dönecekler. acınası mı? hayır. bu bilinçli bir savruluş. ellerine geçen kaynakları hedonizmi bile basitleştirecek şekilde alçakça ve haksızca edinilmiş bir zevk duyumuna harcamak üzere kavuşulmak istenen bir savruluştan bahsediyoruz. bu zevk duyumu ise hiç bir derinleşmeye & bir anlama dayanmayan, genel geçer tüketimlik zevklere dayanıyor. kendini, ergenlikte atlatılması gereken bir heyecan ile yaşam boyu üstün olarak tanımladıklarına ulaşabiliyor olmakla tanımlama hali.
peki bütün bunların 9 mayıs günü kar yağan erzurum'daki evimizin bahçesi ile ne alakası var?
yaşadıklarımızın belirli bir kısmının bazılarımız için yetiştiğimiz birincil ve iç çevre ile olan ilişkilenme ile şekillendiğini düşünürsek bugün pencereden aşağıya baktığımda, yılların emeği olan bahçenin karlar altında olduğunu görünce bu yazıyı yazmak aklıma geldi. eski bir kız arkadaşım, ailesi ile olan bitmeyen ruhsal ve maddi kavgalarının sonucu olarak benim kendi aileme olan takıntı derecesindeki bağlılığımı/öykünme halimi eleştiriyordu. haklılık verdiğim bir kısmı var. kendimi ailemin yaşamdaki kazanımları ile tanımladığım tembel, yer yer gösteriş meraklısı ve tembelliği çağrıştıran bir durumum var. ancak yine de kendimi tanımak açısından karlar altındaki bahçenin sahiplerine dair bir analiz yapmam gerektiğine karar verdim. kendi dönemlerine göre geç yaşlarda evlenmiş, çok zor ve çetin şartlarda çocuklarını yetiştirmiş ve çocuklarından yaşamları boyunca ne fiziksel ne de ruhsal anlamda hiç bir beklenti içinde olmamış annem ve babamın bu bahçeyi yaklaşık 20 yıl içinde sessiz ve sakin, mütevazi bir şekilde kendi kendilerine oluşturmaları aklıma geldi.
ankara'ya her geldiklerinde tren veya uçakla erzurum'a dönüşlerini bir hengame haline getiren, ev-yapı marketlerinden aldıkları fidanları, tohumları, bahçe aksesuarlarını nasıl sarkastik bir biçimde eleştirdiğimi hatırlıyorum. bu insanlar, annem ve babam, hiç bir zaman bizlerden, çocuklarından veya yeğenlerinden, büyük şehirlerden erzurum'a gelenlerden bahçelerine dair ihtiyaçlarını getirmesini talep etmediler. ne yaptılarsa kendileri, yardım istemeyi tercih ettikleri vahdet amcamızla birlikte yaptılar. vahdet amcamızla birlikte konuşarak, anlaşarak, dertleri, sevinci paylaşarak o bahçeyi büyüttüler. babamın haklı olarak 'yüksek sosyete' gördüğü annem, her bir ağaç ile her bir çiçek ile konuşarak onların bakımını üstlendi. bahçenin bulunduğu evimize taşınmadan önce hemen her gün eve bir kaç saat uğrayarak kendileri bu bahçeyi suladılar. ne kardeşlerimden ne de bizden bir şey talep etmediler. kimselere çuvallarla paralar döküp hazıra konmadılar. saatlerini yapı marketlerde harcayıp yeni çiçek türlerini, yeni gübre türlerini, bahçe süslerini keşfettiler. güneş enerjisi ile çalışan lambaları babam duruşma çantasının içine sığdırmaya çalıştı, annem uçakta kucağında fideler, tohumlar ile yolculuk etti. en dayanamadıkları ise bu mütevazi bahçelerine kendi zevklerine göre koydukları lambaların cılız ışıklarına bile tahammül edemeyenlerin biz evde yokken gelip onları parçalaması oldu. neden yapılırdı ki bu? hep kızgın kaldılar, hiç anlam veremediler. tek istedikleri bahçelerindeki cılız bir ışıktı. o bahçede sakin sakin zaman geçirmekti.
elbette bunlar çok büyük meseleler değil. bu yazdıklarımın amacı sadece küçük hikayelerin aslında bizleri nasıl şekillendirdiği idi. yani emek ile kazanılmış paranın, değerlerin, birikimin, sömürüye dayanan değil yine emek ile örülmüş küçük anlamlara dönüşebileceği gerçeği önümüzde duruyor. yaşama dair büyük iddiaları olan bu nesil her şeyi adil bir şekilde kurmak için çabalarken bizler onların bize sağladığı konforlu ortamda büyürken en azından emeğe saygı duymayı ve adil olmaya dair olanı öncelemek üzere yetiştik. mütevazi olmayı, zevkin kutsal olmadığını, sürekli öğrenmeyi, saygıyı herkesin hakkettiğini Tuncer ve Çiğdem'in bu bahçeye verdikleri emeğin sadeliği içinde öğrendik.
bugün kendine ait olmayan için kapılarda kendine tasma vurdurmak üzere gönüllü olanlar ile anlaşamama sebebimiz işte buna dayanıyor. biz birbirlerine eş oldukları için değil insan oldukları için saygı duyan insanların elinde büyüdük. bunu herkese taşımak istedik ama düzen bizden daha büyüktü. yardım etmek istediklerimizi birer yaratığa dönüştürdü.
Yorumlar
Yorum Gönder