Sahi biz kimin kölesiyiz?
9 Mayıs 2021 tarihinde www.ivmehareket.com internet sitesinde yayınlanan yazı.
Dışişleri
Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun 6 Mayıs 2021 günü Almanya Dışişleri Bakanı ile düzenlediği
basın toplantısı sırasında söylediği bir cümle Twitter’ın gündemine oturdu: ‘Turistin görebileceği herkesi mayıs sonuna
kadar aşılayacağız’. Bu sözler aslında uzun zamandır farkında olduğumuz ve
son zamanlarda dile getirmeye başladığımız bir gerçekliği artık daha net ifadelerle
konuşabildiğimiz bir “an” yarattı. Bundan böyle oldukça net bir şekilde,
Türkiye’de uzun zamandır farklı boyutlarda var olan ayrımcılığın, çok daha
geniş kesimler tarafından tecrübe edildiği bir gerçekliği konuşuyor olacağız.
Hali hazırda bazı soruları mütemadiyen sormaya başladık: Biz bu ülkede köle miyiz? Kurulan kast sistemi içinde yaşadığı hayatın sınırları
üst sınıfa tabi olanlar tarafından belirlenen ikinci sınıf vatandaşlar mıyız?
Zaman
ilerledikçe bu soru farklı form, şekil ve içeriklerle önümüze çıkabilir. İktidar
partisinin yarattığı rant düzeni, bu rant düzeninin ayakta kalabilmesi için
oluşturduğu hukuksuzluk zemini ve gelinen noktada eşitsizlikte eşitlendiğimiz
bir Türkiye var elimizde. Başkalarının kendi gündelik zevkleri uğruna
hayatlarımızdan çalabildiği, var olan kuralların ayrıcalıklı bir kesim için
başka şekilde uygulandığı yeni bir rejimin eksik! yurttaşlarıyız. Eşitsizlikler
sadece bugünün gerçeği değil; ancak tembelliğin siyasetine yaslanarak kendi
konfor alanlarımızı terk etmemek adına görmezden geldiğimiz sorunlar bugün en
temel haklar üzerinde bir ikilem yaratıyor. Ayrıcalıklılar ve on milyonlarca
öteki. Ötekiler ailesi büyürken ayrıcalıklıların sefası katmerleniyor. Yani
kendilerinin olan çoğalsın diye başkalarının hakkı olan paya el koymaktan hiç
çekinmeyen bir güruh var. Adını koyalım, yeni bir ‘’kast sistemi’’ içerisindeyiz. Kast sisteminin en tepesinde artık
elit olmakla bile açıklamanın yeterli kalmadığı varsıllar var. Bu varsıllık
sadece sermaye veya servet dağılımının siyaseti ve devlet aygıtını ele geçirmiş
olması ile sınırlı değil. Hayatın her alanında oluşan asimetriler ile akademide
var olabilmekten, sağlık hizmetleri alabilmeye kadar kamusal olan erişim hakkı
en öncelikli olarak varsıl olanlara veya kast sistemi içerisinde makbul kabul
edilen vatandaşlara ait. Elimizde avucumuzda ne varsa, bundan faydalanabilecek
olanların öncelikleri geride kalan herkesin yaşama dair bütün çabasını anlamsız
kılıyor. Rejimin varsılları ve makbul vatandaşlarından geriye ne kalırsa
kırıntıları ile adalet ve refah bulmaya çalışıyoruz.
İkili
Delilik
İşin
ilginci, bu kast sisteminin kendi kendini besliyor ve yeniden inşa ediyor
olmasının arkasındaki psikolojik güdüler aslında yıkıcı unsurlara da dayanıyor.
İktidar toplumsal karşılık alamadığı her alanda toplumun karşısına hep biraz
daha akıl dışı siyasi performanslar ile çıkmaya başladı. Toplum bu hezeyan dolu
siyasetle beslendikçe, daha fazlasını istedikçe, vardığımız nokta fasit bir
daire oldu. Bu fasit dairede mahkûm olduğumuz şeyin adı: birbirini besleyerek
büyüyen delilik.
Roma’da
zaman zaman halkın sosyal ve ekonomik sorunlara olan ilgisini dağıtabilmek için
gladyatör oyunları olarak adlandırdığımız günlerce süren gösteriler
düzenlenirmiş. Kitlelere, kendi acılarını unutturmak maksadıyla, Roma'nın dört
bir yanından getirilen esirlerin acı çekerek yok oluşları izletilirmiş. Yaşam
şartlarının ağırlığı arttıkça, Kolezyum’daki oyunlar daha vahşi ve sarsıcı hale
gelirmiş. Her seferinde daha fazla acı ve vahşet dolu performanslar görmek
isteyen kitleler, oyunları düzenleyen valiler, senatörler veya imparatorların
bile kontrolü kaybetmesine sebep olduğu taleplerde bulunmaya başlarmış.
Geçtiğimiz
günlerde iki genç insan tarafından yayınlanan Tiktok videosunu hatırlarsınız. Pasaportlarımızın
mevcut yaşam şartları altında nasıl işlevsiz hale geldiğini anlatan video destek
gördüğü kadar tepki de çekti. Videonun ardından yükselen fanatik tepkiler
sonrasında bu iki genç kelepçelenerek gözaltına alındı; yurt dışına çıkış
yasağı ve imza şeklinde adli kontrol tedbirleri uygulandı. Türkiye’de yükselen
Türk-İslam dalgasının yeni versiyonu bana Roma’da oynatılan gladyatör
oyunlarını hatırlatıyor.
Eşitsizlikler
Yeni Değil
Aslında
çoğu insan için yeni olmayan eşitsizlik kavramı, Türkiye’de uzun zamandır ilk
kez böylesine geniş kitlelerce tecrübe edildiği için daha farklı bir dönemden
geçtiğimizi iddia edebiliriz. Bunu bir salgın hastalığın yayılması ile oluşan
bilinç gibi düşünelim. Hastalık kendi kapımıza uğramadığı müddetçe nasıl
etkiler yarattığını idrak etmiyoruz. Türkiye’nin ekonomik iflasını da açıklayan
turizm odaklı pandemi önlemleri bardağı taşıran son damla gibi görünse de
aslında o bardağın içindeki şey her neyse, birileri için çoktan taşmıştı ve
hayatlarını işgal eden haksızlıkların izlerini bırakıyordu zaten. Son döneme
dönüp bakarsak Rabia Naz, Oğuz Arda Sel ve Taybet Ana’yı hatırlamamız yeterli.
Adaletsizliğin
gündelik bir alışkanlık haline gelmesi, kamuyu temsil eden hemen her kuruluşun
yaratılan haksızlıkların kaynağı olduğu bir inşa süreci ile gelişti. 2018
yılında Politikyol
sitesinde kaleme aldığım bir yazıda kavramsallaştırmaya çalıştığım “kurumsal hukuksuzluk” ilkesinin
yerleşmesi ile yeni bir politik bürokrasi kültürü de hayatlarımızı etkilemeye başladı.
OHAL’in süreklileşmesi ya da anayasasızlaşma gibi başka kavramlarla da
açıklayabileceğimiz bu kültürün devlet aygıtı içerisinde yaygınlaşan
uygulamadaki karşılığı, siyasetin gündelik gidişat üzerinden buyruklar ile
hukuku eğip büküyor olması diyebiliriz.
Alkollü
içeceklere dair gelen yasağın hukuksuzluğuna karşı yükseltilen itirazların
karşısında bulabildiğimiz tek muhatap ‘’soğuk bir umursamazlık’’ oldu. Bu
umursamazlık aynı zamanda Türkiye’de inşa edilmiş olan kast sisteminin en
tepesindekilerin zaman içerisinde gelişen öz güven ve sarsılmazlık duygularını
da temsil ediyor. İktidardan güç alan herhangi bir insanın, başkalarının var
olma iddiasına karşı sergilediği kayıtsızlık hayatın doğal akışı içerisinde
gördükleri üstünlük duygusu ile alakalı. Kurumsal hukuksuzluk kültürünün
yerleşikliği ile İl Umumi Hıfzıssıhha Kurul Kararları içerisinde var olmayan
imza iddiaları, genelgelerde yer almayan kararlara atıflar ve hukuki zemini
çoktan kaybolmuş genelgeler arasında bir paralellik var. Bu kadar aleni şekilde
hukuk aracılığı ile yok sayılıyor olmak belirli bir kitle içinde bir süredir
biriken ikinci sınıf vatandaşlık hissini olgunlaştırıyor.
Biz
ve Siz
Oluşan
kast sisteminin hukuki uzamının sosyal psikolojik yansımalarına örnekler
verebiliriz. AKP Kongreleri boyunca, tüm parti örgütlerinin takındığı coşkulu
haller ve Erdoğan’ın iştahına bakınca pandeminin getirdiği her türlü sıkıntıyı
sırtlayanlar olarak ne kadar önemsiz olduğumuzun mesajı hepimizin beynine il
il, kongre kongre kazındı. Tamamen kaderine terk edilmiş küçük ve orta ölçekli
işletme sahiplerinin, açlıkla sınanan milyonların, virüsün yarattığı tehditler
karşısında evde kalma – mesafe önlemlerinin bir seçenek olduğu bile
düşünülmeyen çalışan kesimler, sosyal izolasyonun psikolojik etkilerinin bütün
yükünü taşımak zorunda kalan herkesin kabul etmek zorunda kaldığı gerçeklik
şuydu: ‘’AKP ve Erdoğan için her zorluğa katlanmalısınız,
katlanmamak haricinde bir seçeneği tartışmanıza bile izin verilmeyecek’’.
Yazının başında belirttiğim ve birkaç gündür dolaşımda olan kölelik duygusunun
en somut halini belki de il – ilçe kongreleri ve Büyük AKP Kongresi ile
sindirdik. Bu ülkenin eksik vatandaşlarına görevleri ve sınırları zaman zaman
hatırlatılacaktı.
Durup
düşündüğümüz zaman, hak ettiğimiz işlerde, olması gereken şartlarda
çalışamayan, büyük bir yolsuzluk ekonomisinin getirdiği şartları çalışan/çalışamayan
kesimler olarak sırtlanmak zorunda kaldığımız gerçeği göze çarpıyor. Biz, mahalleden
tanıdığımız veya sınıf arkadaşı olduğumuz birilerinin uzun zamandır iş arama
süreçlerine bile girmek zorunda kalmadıkları bir bolluğun içinde yaşadıklarını
izleyenleriz. Biz, yaşamın herhangi bir alanında, olası bir anlaşmazlık
durumunda başına gelebileceklerden ötürü bezdirilmiş, milyonlarca insana hakkını
arama yollarını aklına getirmemesini öğreten bir düzen içerisindeyiz.
Bu
düzen hemen her gün tercihlerimizin önemsiz olduğunu hatırlatıyor. Neyi
sevdiğimiz veya neye ulaşmak için çabaladığımızın bir önemi yok. Türkiye’de
servet dağılımının anormal bir biçimde adaletsizleştiğine şahit olurken gelişmekte
olan eşitsizliklere şikâyet edecek mecalimizin bırakılmadığını da hatırlamamız
gerekiyor. İşsizliğin olanca ağırlığı altında ezilirken ya da zor bela
tutunduğumuz ama asla verdiğimizin karşılığını alamadığımız bir iş gününün
sonunda sesimizi çıkaracak halimiz de kalmıyor. Bu da elbette mahkûm edilmek
istendiğimiz itirazsızlık mekanizmasının bir parçası.
Neo-liberalizmin
Türkiye uygulamasının sonunda varacağı noktanın bu olduğu elbette aşikârdı; ancak
iktidarın dönemsel olarak belirlediği rakiplerine karşı takındığı aşağılayıcı
tutumu bütün bir ülke geneline yayıyor olması beklentiler dâhilinde değildi
diyebiliriz.
Mazlumlar
Cumhuriyet
projesinin yaşadığı aksaklıkların da bir sonucu olarak Türkiye hiçbir zaman
eşitliğin azami ölçüde uygulanabildiği bir ülke olmadı. Bu sebeple de aslında
ne var olan problemlerinin kronikleşmesinin önüne geçebildik ne de bu
problemleri çözebilme yetisini geliştirebildik. Türkiye’nin sahip olduğu
sorunları çözememesinin sebeplerinden bir tanesi de var olan sosyal yapısını
göz ardı ediyor oluşuydu. Bilinçli bir tercihe dayanan bu durum, eşitsizliğin
sürekli olarak yeniden üretilmesi ile sonuçlandı. Uzun bir dönem, süregelen
problemlerin yarattığı şartların içinden gelen grupları dışlayarak, bahsedilen
problemlerin yok olacağını düşünecek kadar tembel ve bencil bir düzlemin de
kölesi olarak kaldık.
Yakın
döneme gelirsek, AKP ve Erdoğan aslında uzun bir süredir hiçbir şartta eşit
olmadığımızı belirli örnekler üzerinden ayan beyan ilan ediyordu. Muhalif
belediyelerin karşılaştığı türlü hukuksuzlukların karşısında, AKP’nin kendi
belediyeleri için yeterli bulduğu “istifa” serilerinin eşitliğin herhangi bir
şekline denk düşmediğini biliyoruz. Bununla birlikte, Rahip Brunson kararında
gördüğümüz hukuki mekanizma bolluğunun OHAL KHK’ları ile mağdur edilen
yurttaşlardan hangi sebeple sakınıldığını da tahmin ediyoruz.
Sağlık
Bakanı Koca 6 Mayıs günü yaptığı açıklamada ‘Çin'den aşı gelecekti, nerede?’ diye soranlar, dün Çin ile aramızda
hassas konuları kaşıyarak ilişkilerimizi bozmaya çalışıyorlardı. Başarılı
olduklarını söyleyemem ama hasar verdikleri kesin.’ derken faturayı yine başka yerlere kesti. Her ne kadar
Çin’den gelen resmi açıklamalarda aşıda yaşanan gecikmenin ‘siyasi bir nedene
dayanmadığı’ söylense bile aşı tedarikinin çeşitlendirilmemesinin sebebi bile
yine vatandaşa veya muhalefete yüklenebilirdi. Aslında başa çıkamadıkları her
sorunda, beceremedikleri her işte oluşan hınçlarını çıkarmak için Şark Bülbülü
filminin setini yeniden kuruyor ve bağırıyorlar: Mazlumu getirin bana!
Peki,
biz gerçekten sürekli olarak tokatlanacak ‘’Mazlum’’ muyuz? Bugün, AKP’lilerin
kendilerine atfettikleri ruhani mükemmellik anlatısı şartlar biraz zorlayıcı
olduğu anda dağılıp gidiyor. Yapmaları gerekenlerin zorluğu karşısında
şımarıkça göz ardı ettikleri bütün faturalar artık önlerinde. Dünün faturasını
bugün ödemek isterken ortaya çıkan maliyetin ağırlığı karşısında ürküyor ve
yine türlü taktiklerle bütün sorumluluktan kaçmaya yelteniyorlar; lakin artık
deniz tükendi. Her bocalayışta yeni bir “Mazlum” yaratırken bugün bütün topluma
hepiniz benim “Mazlumum” olacaksınız demenin bir karşılığı da yok, tutarlı bir
yanı da yok.
Eşitsizliklerin
Getirdiği Fırsat
Tutturdukları
dünyaya nizam verme türküsünü, varaklı koltuklarında kendi kendilerine
mırıldanabilmek için hukuku yok eden, kendisinden başka herkesi çıkan faturaya
ortak olmaya zorlayan bir siyasi delilik ile baş başayız. Bu delirme halinin
bilinçli tercihlerle geliştiğini, kötücül istekler ile beslendiğini biliyoruz.
Türkiye
yaratılan bu kast sistemini taşıyabilecek bir ülke değil. Dünyayı gören,
yaşatılanları anlayabilen ve gördüğü muamelenin akıl ile açıklanabilir bir
tarafı olmadığını algılayan bir toplumsal reaksiyon beliriyor. Yine de
sürüklendiğimiz yerde yeni baştan başlamamız gerekiyor. Türkiye’nin
sorunlarının var olan paradigma ile çözülemeyeceğini geçmiş tecrübelerimizden
öğrenmiş olmamız lazım. Demokrasi 2.0 diyeceğimiz şeyin vardığımız delilik
durağının önceki uğraklarından geçmediğini hatırlamalıyız. Kendimizi kandırmadan,
gerçek ihtiyaçlarımızı tartışmaya başlamalıyız. Sistemin bizden önce ötekileştirdiklerini
tanıyarak, var olan tecrübelerini kendi haklı çıktığımız uyarılar ile
konuşturmamızın zamanı geldi. Kutsiyet atfettiğimiz seçilmişlerin, atanmışların,
milyonların lokmasından aşırılarak zengin edilmiş olanların inşa ettiği
yerleşik kurumlar ve alışkanlıklar üzerinden değil, gerçekten eşit olacağımız
platformlar üzerinden birbirimizi dinlememiz gerekiyor.
Yorumlar
Yorum Gönder