F-35`ler ve S-400: Turk Dis Politikasi Nereye Duser Usta? (1)

F-35`ler ve S-400: Turk Dis Politikasi Nereye Duser Usta? (1)  Blogumu olabildiğince geniş bir platform olarak kullanmak istiyorum. Bu sebeple katkı sağlamak isteyen veya birikimini faydalı bulduğum arkadaşlarımla beraber bir şeyler yapmaya devam edeceğiz gibi görünüyor. 



Aslında biraz geç kalmış olsak bile S-400’ler ile F-35’ler üzerine konuşmamız gerektiğini düşündüğüm iki arkadaşıma rica ettim ve beni kırmadılar. Kendileri hem uluslararası ilişkiler, hem savunma(silah) sanayii hem de Rusya üzerine doyurucu şeyler söylebilecek insanlar. Daha önce denediğimiz bir konsepti biraz daha değiştirerek, bu sefer benim sorarak başlatacağım ancak genelde bu iki arkadaşımın bilgilerine danışarak yine uluslararası ilişkiler üzerine açıklamalar getirebilecek başka arkadaşlarımın da katkılar sunacağı bir konsepti genişleterek devam edeceğiz. Biraz karışık anlattım. Öncelikle girişi ben yapacağım sonra iki arkadaşımız bilgileri çerçevesinde yanıtlar verecekler ve sonrasında başka arkadaşlarımız konuyu genişleterek bu iki arkadaşımızın katkılar sunmalarını sağlamaya devam edecekler.



Siyasal iktidarın köklerine indiğiniz zaman Batı merkezli bir dünyaya ve dayatmalarına karşıtlığı cisimleştirme çabaları bulunuyor. Bugün iktidarın dış politikada sergilediği bu sert dönüşlerin şaşırtıcı olmasının yanı sıra aslında hızlıca söylemleştirilebilmesinin sebeplerinden birisi de bu olabilir. Yani sonuç olarak kişisel kanaatim herhangi bir ideolojik veya ulusal hedef/çıkar hesaplanmadan bu yeni hamleler gerçekleştiriliyor olsa bile S-400 sürecinin öncesi ve sonrası için yaratılan kamuoyu kampanyası için bir arka plan mevcuttu. Kısacası tarihsel kökenlerinde var olan anti duyguları bugün hayatta kalma refleksi ile uyguladıkları yeni dış politik düzen kurgusu için hızlıca harekete geçirebilecek bir siyasal hareket tarafından yönetiliyoruz. 



Erdogan: Geçenlerde Sayın Putin'e 'Bizi Şangay Beşlisi içine alın' dedim. Biz de AB'ye 'allahaısmarladık' diyelim, ayrılalım oradan. 26.01.2013

Türkiye, Çin'in iki yıl önce kazandığı uzun menzilli füze ihalesini iptal etti. 3 milyar 400 milyon dolarlık anlaşma, Türkiye tarihinin en büyük savunma ihalesiydi ve ABD ile diğer NATO üyesi ülkeleri endişelendirmişti. 15.11.2015



Türkiye’nin dış politikadaki sapması anladık ki aslında AKP’nin yaşamsal çıkarlarına ilişkinmiş. Ancak örneklerde de görülebileceği gibi bugün yaşadığımız Batı’dan özgürleşme, alternatif arayışları, savunma sanayi için planlanan çerçevenin hayata geçirebilmesi adına Batı/NATO harici seçeneklere yönelme örnekleri mevcuttu. 



Böyle uzun bir giriş yapmamın sebebi kafamdaki resmi biraz daha tartışmamıza aktarabilmek ve sınırlarımızı geniş tutacağımız bir yazışma yapmak. Öncelikle Rusya ile başlamak istiyorum. Kabul ediyoruz ki denklemi değişen bir dünya düzeninde silah endüstrisinde yakaladığı atılım Rusya için bir gurur kaynağı. Ve Gürcistan’da olanlardan Suriye’ye kadar gördüğümüz şey kapasitesini test ettikçe bu alandaki gelişmesini kamuoyunu etkilemek için daha iştahlı bir şekilde kullanıyor. S-400’ler veya sürekli önümüze düşürülen SU serisine dair yazılar da bunu destekler nitelikte. Türkiye’nin seçeneksiz bırakılması, diğer bir NATO üyesi olan Yunanistan ve elindeki S-300’ler (her ne kadar bu olayın gelişimi ve teknolojisi benzer unsurlar içermese bile bugün Kıbrıs Rum Kesimi’nin neden o dönem böyle bir tercih yaptığını yıllar sonra yüzeye çıkan Rus etkisiyle daha iyi açıklayabiliriz diye düşünüyorum.), silah sistemlerinin kullanım şekillerinin NATO entegrasyonu açısından sorun olmayacağına dair yorumlar hükümete yakın çevrelerin öne sürdüğü tezler yine. Bu anlamda Eurosam üzerine de yorum yapmamız gerekecek diye düşünüyorum. 



Ve son olarak F-35 konusuna geçersek Türkiye’nin filosunun görev süresi tamamlanacak uçaklarının yerine ne koyacağı artık bir muamma. F-35’lerin sizce muadili var mıdır? Hava savunma sistemlerimizde 15 Temmuz sonrası oluşan zaruri personel açığı sonrası gerçekleşen bir zaafiyet zaten mevcuttu. Üstüne F-35’lerin envanterimizde olmama durumu gerçekleşecek. S-400’ler ile bu açık ne ölçüde kapatılabilir? Yeni bir konsept buradan geliştirilebilir mi? 



Mahlas KAF: F35



Türkiye’nin F35’leri tedarik etmekteki ana motivasyonu, envanterden çıkması planlanan F4’ler ile F16 filosunun bir kısmını yenilemenin yanı sıra, bir yandan da envanterine 5. nesil ve üzeri kabiliyetlere sahip olacak şekilde tasarlanan bir savaş uçağı filosu kurmaktı. Zira o dönem olgunluk seviyesi çok daha yüksek, proven nitelikteki Eurofighter (4.5+ nesil) seçeneği, F35’in 5. nesil ve üzerini vaad etmesi ve Türkiye’nin JSF projesine 3. seviye ortak kabul edilmesi sebebiyle reddedilmişti. Bu kararı oluşturan bir başka etmen, Türkiye’nin bölgede çıkar çatışması yaşama ihtimali olan Yunanistan, İsrail, Mısır gibi ülkelerin 4. nesil ve üzeri uçaklara sahip filolarına karşı dengeyi sağlamaktı. Yunanistan, F-16 Viper ve modernize edilen Mirage 2000’ler gibi uçaklara sahip olup aynı zamanda F35’e de talip durumda. Öte yandan İsrail JSF programına üye olmamasına rağmen en hızlı şekilde ve en fazla sayıda F35’i (2019 itibariyle 16 adet) halihazırda tedarik etmeyi başaran öncelikli bir kullanıcı statüsünde. Mısır ise, BAE ve Suudi Arabistan fonlamasıyla birlikte filosunu F16, Mig-29 ve Dassault Rafale ve Mirage 2000’ler ile zenginleştirmiş durumda. Tabi Mısır’ın bu kadar farklı tip ve üreticiye sahip uçaklardan bir filo kurması, harbe hazırlık açısından çok büyük bir dezavantaj teşkil etmekte, bunu da ayrıca not etmek gerekir. 



Özetle F35 Türkiye için uzun vadeli, güç çarpanı niteliği taşıyan bir proje. Bu kapsamda, bir süredir inşası devam eden TCG Anadolu LHD (Navantia Juan Carlos Class) gemisi de bu tür kısa pistli helikopter taşıyıcı gemilere inip kalkabilme kabiliyeti sunan F35’in B varyantına bir hazırlık niteliği taşımaktaydı. Türkiye’nin F35B varyantını da tedarik etmek istediği, bu geminin inşasına başlanmasıyla birlikte artık kamuoyunda bir sır olmaktan çıkmıştı.



Mevcut tabloya bakıldığında, öncelikle F35 ile S400’ün birbirinin ikamesi olmadığı, ikisinin de çok farklı amaçlara yönelik çok farklı platformlar olduklarının altını önemle çizmek gerektiğine inanıyorum. Aralarında ortak sayılabilecek tek nokta, ikisinin de Patriot veya F16 / F15 / F18 gibi sahada kendini kanıtlamış (combat proven) olmaması olabilir. F35, Türk Hava Kuvvetleri ve Deniz Kuvvetleri için en azından 30-40 yıllık bir planlamanın parçası olup, dış politikadan askeri caydırıcılığa, teknoloji kazanımından Türk Savunma Sanayii’nin gelişimine birden fazla konuyu aynı anda etkileyen bir proje olarak önem arz etmektedir.



Özellikle gerilen ABD-TR ilişkilerinden sonra, F35’in “uzaktan kontrol edilebilen, sürekli izlenebilen” bir uçak olarak eleştirilmesi gündemde daha sık yer tutar oldu. Tabii bunun maksadı, olası bir programdan çıkarılma durumuna karşın kamuoyunda algıyı hazırlamak. F35’in Joint Strike Force olarak da adlandırılması tam olarak bu eleştiriye konu olan, anlık komuta kontrol ve koordinasyon becerisinden kaynaklanmaktadır. Basit bir ifade ile, F35 sadece bir savaş uçağı değil, aynı zamanda uçan bir sensör - bilgisayar füzyonu olarak da tasarlanmıştır. Bu tasarımla hedeflenen, uçaktan alınan anlık verilerden bazılarının NATO ve müttefik ülkelerin ortak komuta kontrol merkezlerine bir network vasıtasıyla aktarılması ve müttefiklerin havada olup bitenlerle ilgili anlık bilgi paylaşımı yapılmasıdır. Bu çok basit ve yüzeysel bir tanım olsa da, ALIS sistemi ve benzeri detayları internette bulabilmek mümkün. Burada esas olan, bütün bu sistem ve özelliklerin tüm proje ortakları tarafından başından beri bilinmesi ve desteklenmesi idi. Yani Türkiye, bu uçağın ağ merkezli harekat konseptine göre tasarlandığını bugün öğrenmedi. Benzer şekilde, bu ağ merkezli harekat konsepti, sadece Türkiye değil, diğer program ortakları ve müşteriler tarafından da yer yer sorgulanan, alternatifler aranan bir sistem. Zira bilgilerini paylaşmak istemeyen tek partner Türkiye değil. 



Bir başka argüman ise, F35’in yüksek birim uçuş ve idame maliyetleri. Yine bu konu da sadece Türkiye’ye bir has problem olmayıp, bu tür bir mega projenin ilk aşamalarında ortaya çıkabilecek doğal bir sorundan ibarettir. Bir başka ifadeyle, dünyada eşi benzeri olmayan bir savaş uçağının, teslimatına başlanan ilk dönemde yüksek birim uçuş maliyetlerine sahip olması beklenmedik bir husus değildir. Bu problemlerin tümü, uçağın sahada Türkiye’ye sağlayacağı avantajlara kıyasla değerlendirilmelidir. 



S400 ise, bir savaş uçağı değil, uzun menzilli hava savunma sistemidir ve doğal olarak F35’in ikamesi değildir. Katalog özellikleri, S400’ün son derece caydırıcı ve etkin bir platform olduğunu göstermekle beraber, S400, ABD alternatifi olan Patriotlar gibi sahada kullanılmış ve kapasitesini kanıtlamış bir platform değildir. Suriye’de dahi çeşitli İsrail taarruzlarına rağmen henüz aktif kullanımı tespit edilmemiştir. 



Tüm bunlardan bağımsız olarak, S400 konusundaki en büyük endişe, sistemin NATO erken uyarı ağına bağlanamamasının getireceği problemdir. Yine basit bir ifadeyle belirtmek gerekirse, uzun menzilli hava savunma sistemleri (UMHSS), genellikle tek başlarına yani “standalone” olarak çalıştırılmazlar. Zira özellikle balistik füzelerin atmosfer dışındaki çok yüksek süratli seyri gibi bazı zorlayıcı durumlara karşı tedbiren diğer bazı erken uyarı sistemleriyle birlikte çalışırlar. UMHSS’ler kendi hedef tespit ve angajman radarlarına sahip olmalarına rağmen, dünyanın şeklinden kaynaklanan fiziki kısıtlar ve balistik füzeler gibi yüksek hızlı, atmosfer dışı seyir yapan tehditler nedeniyle sürekli olarak farklı noktalara konuşlanmış, farklı tip ve menzile sahip radarlar ile sürekli iletişim halinde kalıp, tehditlerin erken tespitine odaklı bir operasyon yürütmeyi amaçlarlar. Bu kapsamda NATO’da ABD’nin uzaya konuşlandırdığı erken tespit uyduları bir örnek olarak gösterilebilir. Bu uydular sayesinde, balistik füzeler gibi yüksek hızlı tehditler çok önceden ağ merkezli harekat konseptiyle müttefik ülkelere ve füze komuta kontrol merkezlerine aktarılır ve bu sayede UMHSS’ler bu tür füzelere angaje olacak hazırlık süresini füze tehdit alanına girmeden yakalamış bulunurlar. Özetlemek gerekirse, hava savunma radarları, UMHSS’lerin gözleridir ve bu gözlerin miktar ve konumları bu sistemlerin efektif şekilde çalışmaları açısından hayati öneme sahiptir. Tüm bunları değerlendirdiğimizde, Türkiye’nin S400’leri salıp standalone şekilde kullanması, basit tabiriyle parasını verdiği üründen parası nispetinde faydalanamayacağı hatta zarar edebileceği gibi bir durum ortaya çıkarmaktadır. 

F35 ve S400’lere ilişkin daha fazla teknik detaya girmek ve olayı teknik boyutta tartışmak mümkün ancak bu aşamada bir nebze anlamsız zira bu konuda Türkiye’nin ve ABD’nin tercihleri, hataları ve izledikleri yollar tamamen siyasi. Dolayısıyla bu olayları siyasi yönden tartışmak daha verimli görünmektedir. 



Türkiye Cumhuriyeti, özellikle başlıca AKP çevreleri tarafından yıllarca “pasif” olarak adlandırılan dış politikasından yine AKP tarafından ayırıldığından beri, özellikle Suriye başta olmak üzere Orta Doğu meselelerinde sürekli ABD ve Rusya arasına sıkışmakta ve bu nedenle hem taktik hem stratejik tercihlerinde zorunluluktan doğan vahim hatalar yapmaktadır. Bu konu doğal olarak Türkiye’nin savunma sanayii tercihlerini de [olumsuz] etkilemektedir. 



Öncelikle Türkiye, 2. Dünya Savaşı sonrası dönemden neredeyse 1990’ların başına dek ambargo dönemleri haricinde sürekli olarak ABD ve NATO ülkeleriyle savunma ilişkileri kurmuştur. Bu ilişkiyi bir bağımlılık formunda tanımlamak da mümkün zira dikkatli incelendiğinde, özellikle 1945 sonrasından 1990’ların başına kadar sürekli hibe alan, özellikle hava ve deniz envanterini bu şekilde oluşturan bir ülke profili ortaya çıkıyor. Bu durum pek tercih edilebilir görünmese de, hem Türkiye hem de Türkiye’ye benzer kapasitedeki diğer NATO ülkeleri için Sovyet tehdidine karşı tek makul yöntemdi. Ancak malum Kıbrıs yaptırımları sayesinde, Türkiye 1985’te o zamanki adıyla SSM’nin de kurulmasıyla bu duruma başka çareler aramaya başladı. O dönem Aselsan başta olmak üzere küçük çaplı da olsa savunma sanayii alanında arge çalışmalarının başlaması, müsteşarlık düzeyinde de olsa bir devlet yapısı kurularak tedarik süreçlerinin etkin yönetimi konusunda adım atılması, Türkiye’nin tedarik yöntemlerini de radikal şekilde değişime itmeye başlamıştır. 



Tabii bu yapıların kurulması mevcut bağımlılık durumunu çözmüyor, çözmedi de zaten. Ancak özellikle yerli endüstrinin geliştirilmesi ve kaynakların doğru tedarik yöntemleriyle çeşitlendirilerek etkin kullanılması, Türkiye’ye oldukça hızlı şekilde belirli avantajlar kazandırmıştır. Özellikle 1990’larda İsrail ile birlikte yürütülen M60T Sabra Tank Modernizasyonu gibi projeler, hem yerel endüstri yapılanmamıza perspektif kazandırmış, hem de eldeki hibe envanterinin modernize edilerek etkin şekilde tekrar envantere kazandırılmasını sağlamıştır. Savunma sanayii alanında Türkiye’nin en önemli sıçramayı yaptığı dönem ise, kuşkusuz AKP iktidarının görevde bulunduğu 2000’li yıllar olduğu tartışmasız bir gerçek olarak öne çıkmaktadır. Elbette geçmişte atılan adımlar olmasa, mevcut atılımın yapılamayacağı bir gerçek, ancak AKP iktidarının yerli savunma sanayii geliştirilmesi konusuna kayda değer bir bütçe aktardığı ve teşvik ettiği de ayrı bir gerçek. Tabi ki AKP’nin bu hamlesi önemli bir siyasi amaç güdüyordu, zira seçim kampanyalarında tamamen yerli ve milli olmayan, lisans altında üretilen ya da kendimize göre savaş platformlarına dönüştürdüğümüz silah araç ve gereçler tamamen yerli ve milli olarak seçmene pazarlandı (Örn. Atak, Fırtına, Altay tankı vb). 



Lisans altında üretim yapmak ya da lisans alarak bir platformu kendi isteklerimize göre donatmak ve değiştirmek bizim seviyemizdeki ülkeler için doğru bir iş yapış biçimi. Zira motor, radar, füze, uçak, ana tahrik sistemi gibi kritik alt bileşenler bizim teknolojik hazırlık seviyemizdeki ülkeler için kısa sürede tamamlanabilecek türden konular değil. Dolayısıyla, siyasi olarak pazarlanan ile, gerçekte olanı iyi ayırmak ve bu ayrımı yaparken elde edilen kazanımları da hiçe saymamak gerekiyor. Örneğin Altay tankı tamamen yerli ve milli değildir, tasarımı yerli üretilmek üzere Güney Kore’den (yanılmıyorsam Hyundai Rotem) satın alınmıştır. Ancak bu sayede yerli üretim imkanı doğmuş, yerli sanayinin bu tanka olan katkısı maksimize edilmiş ve süreç içerisinde tank üretimine ilişkin büyük bir know how edinme fırsatı oluşmuştur. Dolayısıyla bu yöntem oldukça makuldur. 



Ana konuya dönersek, Türkiye’nin hem UMHSS hem de yeni bir savaş uçağı filosuna ihtiyacı olduğu tespiti, yıllara sari bir konudur ve bu konuda çeşitli farklı tedarik denemeleri (LORAMIDS ihalesi vb.) yapılmıştır. Ancak ne zaman ki bu iki konu Türk dış politikasında birer koz haline getirilmeye çalışılmıştır, işte o zaman çıkmaz sokağa girilmiştir. F35 projesi eleştirilse de, Türkiye için çok önemli bir güç çarpanıdır. Bundan vazgeçmenin hem projeye katkı veren firmalara, hem de TSK’ya büyük handikap getireceği bir gerçektir. Ancak burada asıl kritik konu, bu vazgeçişin arkasında bir rasyonelite olup olmadığıdır. Bu konu hala tartışmaya açıktır, zira standalone kullanılacak olan Rus menşeili bir UMHSS sistemi, on yıllara sari bir 5. nesil uçak projesiyle trade-off yapılacak seviyede bir platform mudur bu oldukça tartışmalıdır.



Toparlamak gerekirse, Türkiye, ABD ve Rusya arasına sıkışmanın bedelini Suriye başta olmak üzere Doğu Akdeniz ve Orta Doğu’da nasıl acı bir reçete ile ödüyorsa, bu sıkışıklığın acı reçetesi an itibariyle savunma sanayiimize de yansımış bulunmaktadır. F35 projesinden çıkarılmanın mali bedeli, sadece şimdiye kadar ödenmiş olan yaklaşık 1 milyar doların yanı sıra, üretim sürecinden çıkacak firmalarımızın kayıpları da hesaba katıldığında yaklaşık 10 milyar doları bulacak gibi görünmektedir. Tüm bunlardan öte, TSK’nın uzun vadeli planlaması tamamen bozulmuş görünmektedir. F35’e karşın Su-35 veya Su-57 gibi yine Rus alternatifleri ara sıra (özellikle de bu son günlerde) dile getirilse de, bu konuda verilecek kararların S400 tedarikinden çok daha zor ve kapsamlı olacağı bir gerçektir. Zira savaş uçağı envanterini Rus uçaklarıyla değiştirmek, standalone bir UMHSS platformu tedarikinden çok daha çetrefilli ve maliyetlidir. Ayrıca otomatik olarak CAATSA yaptırımlarının da önünün açılması anlamına gelmektedir. Dolayısıyla ben şahsen orta vadede F35’in alternatifi olarak yine Rusya’ya başvurmaktan çok, F35 problemini bir şekilde çözmeye yönelik bir politika güdüleceğini düşünüyorum. Ancak yine yukarıda belirtildiği gibi, bu konu da ABD-Rusya arasında kalmamız durumuyla doğru orantılı ilerleyecek, veya hiç ilerlemeden askıda kalacaktır. Zira ABD Savunma Bakanı geçtiğimiz günlerde yine ve açıkça belirtti: Rus UMHSS sistemleri Türkiye’den çıkmadan Türkiye’nin F35 programına dahli söz konusu olmayacak. Tüm bunlara ek olarak, Su-35  ve Su-57 teknik olarak F35’in muadili durumunda değillerdir. Su-35 oldukça üst düzey kabiliyetlere sahip, belirli bir caydırıcılığı olan 4+ nesil bir savaş uçağı olmakla beraber, F35’te belirtilen üstün özelliklere ve 5. nesil tasarıma sahip değildir. Su-57 ise, Rusların 5. nesil uçak projesi olarak yola çıksa da, oldukça problemli bir tasarım ve test sürecine maruz kalan ve halen 5. nesillikten çok uzakta görünen bir “proje”dir. 



Tüm bunlar göz önüne alındığında, Türkiye’nin S400’leri tedarik edeceği ancak etkin şekilde kullanmayacağı hatta bir süre sonra devre dışı bırakmak ya da üçüncü bir ülkeye konuşlandırmak gibi seçenekleri hala olası görüyorum. Zira hava kuvvetleri envanterimiz başta olmak üzere neredeyse tüm TSK envanteri, NATO üyesi ülkeler ve ABD menşeili araç gereç ve yedek parçalardan oluşmaktadır. Dolayısıyla F35 krizi bahane edilerek tüm envanterin değişmesi, Türkiye’nin kutup değiştirmesiyle bence eş anlamlıdır ve tam da bu yüzden çok olası görünmemektedir. Türkiye’de iç politikanın çok dinamik biraz da öngörülemez olması da, ABD’yi bu süreçte Türkiye’ye karşı sabırlı olmaya itmektedir. Dikkat edilirse görülecektir ki, ABD bu süreçte aceleci, fevri davranmamaktadır. Zira onlara göre Türkiye’nin mevcut dış politika eğilimleri bu iktidara özgü ve iç politika odaklı olarak algılanmaktadır. Ezcümle, Türkiye’nin mevcut dış politika açmazları değerlendirildiğinde, bu konu mevcut haliyle bir süre daha askıda kalacak gibi görünmektedir. Ancak yukarıda da belirtildiği üzere, Türkiye’nin savunma sanayii alanında Rusya’yla yakınlaşmasını, F35 yerine Rus uçakları tedarik etmek yönünde bir eğilim olarak algılamak oldukça yanıltıcı olacaktır. 




Mahlas KEF: Türkiye – Rusya İlişkileri



“Anarşi devletler ne anlıyorsa odur.” Alexander Welt



Eminim blogu okuyan herkes 2015 yılında Suriye sınırında Türkiye hava sahasını ihlal eden SU-24 tipi bir Rus savaş uçağının Türk F-16’ları tarafından düşürüldüğünü ve 2016 yılında RF Büyükelçisi Karlov’un resmi görevde olan bir Türk polisi tarafından Ankara’da öldürüldüğünü hatırlıyor ve akabinde iki ülke arasında yaşanan bunca krizden sonra ilişkilerin nasıl bir “stratejik ortaklık” mertebesine eriştiğini sorguluyordur. Tam da bu meseleyi irdelemeye çalışacağız.



Türk-Rus ilişkilerinin mevcut durumuna baktığımız zaman “öteki” algısı üzerinden bu ilişkinin yürütülmeye çalışıldığını gözlemleyebiliriz. Şöyle ki, Türkiye’nin Irak, Mısır, Suriye, Filistin ve Libya gibi ülkelerde yaşanan gelişmelere yönelik çoğu zaman Batılı ülkelerle yaşadığı derin görüş ayrılıkları, ABD’nin 15 Temmuz ve sonrasında yaşanan sürece şüphe ile yaklaşması ve son olarak YPG’ye verilen fiili destek, ABD’yi Türkiye nezdinde bir “öteki” haline getirmiştir. Türkiye- ABD ilişkilerinde yaşanan bu gelişmeler, Türkiye’yi dış politikada yalnızlaştırmış ve kaçınılmaz olarak Batı ve ABD ile ilişkileri dengeyelebilmek için yeni bir “ben” ihtiyacını doğurmuştur.



Bu ihtiyacın ortaya çıkacağını öngören ve dolayısıyla farkında olan ve intikamın soğuk bir meze olarak yenmesi gerektiğini iyi bilen, uluslararası ilişkiler mentalitesini “        Anarşi devletler ne anlıyorsa odur” ilkesi ile yürüten pragmatist Kremlin, Türkiye ile yaşanan kriz döneminde ciddi ekonomik ve diplomatik yaptırımlar uygulasa da özellikle stratejik öneme haiz Akkuyu Nükleer Santrali ve Türk Akımı gibi projeleri durdurma kararı almamıştır. Bu kararın arkasındaki motivasyon; Türkiye’yi enerji özelinde Rusya’ya daha da bağımlı kılmak ve uzun vadede Rusya’yı hem Türkiye hem de AB’de nezdinde Ukrayna’yı da by-pass ederek vazgeçilemez bir enerji tedarikçisi konumuna oturtmaktadır. Enerji konusunda Kremlin lehine gelişen bu sürece bir de savunma sanayii ilişkileri eklenmiştir. Bir önceki yorumda da belirtildiği gibi, Türkiye’nin gündemini bir anda hava savunma füzelerinin işgal etmesi ve böyle bir ihtiyacın kaçınılmaz olduğu algısı tamamen siyasi olarak tezahür etmektedir.



Şüphesiz ki, Türkiye’nin bir hava savunma harbi sistemi açığı olduğu aşikardır. Ancak, teknoloji transferinin ve ortak üretimin yer almadığı Rus yapımı hava savunma füzelerini, 5. Nesil bir savaş uçağı olan F-35 programının askıya alınmasını dahi göze olarak tedarik etmek en basit ifadeyle Türk Hava Kuvvetleri’nin savaş ve harekat kabiliyetine ciddi bir sekte vurmaktadır. Gerilmekte olan Türkiye-ABD ilişkerini iyi analiz eden Kremlin bu konjoktürü bir fırsata çevirerek, Türkiye’nin NATO üyeliğine de ciddi anlamda zarar vermek istemektedir. Bu konuda da şu ana kadar başarılı olduğu söylenebilir. Bir başka deyişle, Kremlin Türkiye gibi güçlü bir NATO müttefiki ülkenin envanterine S-400 savunma hava savunma harbi füzelerini sokmayı başarmış ve F-35 programı Türkiye’nin NATO’dan çıkarılması gerektiği görüşlerinin güçlendiği bir atmosferde askıya alınmıştır. Türkiye’nin tedarikinin askıya alındığının duyulmasını müteakip söz konusu uçakların tedariki için ise Yunanistan ve İsrail gibi ülkelerin devreye girildiği bilinmektedir. Türk diplomatların “S-400’lerin aktif olarak 2020 yılında kullanılmaya başlanacağı ve anılan tarihe kadar Amerikalılara sistemleri aktif hale getirmeyelim, siz de F-35 programına bizi tekrar dahil edin” tezini öne sürdüğünü biliyoruz. Bu tez Ankara’da bir çıkış yolu olarak görülse de, ABD-Türkiye ilişkilerinin karşılıklı olarak derin bir şüphe ve güvensizlik zeminine oturduğu bir tabloda, bu teklifin ancak ve ancak Türkiye’nin çok ciddi ve uzun vadeli tavizler vermesi koşuluyla gerçekleşebileceğini düşünüyor, mevcut yönetimin iç politakadaki algı ve kamuoyu tepkisini de hesap ederek böyle bir taviz vermeyeceğini değerlendiriyorum. Velev ki uygulandı ve taviz verildi, en basitinden S-400ler için ödenen 2.5 milyar ABD Doları hanemize zarar olarak yazılacak, ve Rusya ile gerilecek olan “müttefiklik” ilişkimiz de cabası olacaktır. Ayrıca, Türkiye’nin uluslararası arenada itibarını daha da “kaygan bir ülke” olarak tescillenecektir. Bittabi, bu ihtimali her zaman göz önünde bulunduran Kremlin şu an için gerek ekonomik gerek siyasi gerekse askeri olarak Türkiye’den tabir-i caizse koparabileceklerini maksimize etmeye çalışmaktadır. Moskava-Ankara arasındaki bu denklemi bozabilecek  yegane konu ise Suriye’dir. İlişkilerin bu kadar ilerlemesine rağmen Türkiye’ye her zaman kuşku ile yaklaşan Kremlin, Akdeniz’de tek üssünün yer aldığı ve savaş sonrasında Orta Doğu’ya kalıcı olarak yerleşmesini sağlayacak olan Suriye politikasını, konjonktürel müttefiki Türkiye için değiştirmeyecektir. Bu gerçek, Türkiye’nin Rusya nezdinde yalnızlaşacağı ve başka bir arayış içine gireceği bir sonucu doğuracaktır. Velhasıl kelam, Türkiye gerek Rusya ile yaşadığı asimetrik ilişki gerek Batı/NATO/ABD nezdinde yaşadığı sıkılışlık düşünüldüğünde bir fait accompli fetişzmi ile kaybet-kaybet prensibinin hüküm sürdüğü dış politika anlayışına doğru sürüklenmektedir. Ötekileştirdiği ABD/NATO/Batı’yı Rusya ile dengeleyemeye çalışan ancak Rusya lehine tamamen asitmetrik bir ilişki kuran Türkiye’nin dış politikada fabrika ayarlarına dönmesinin elzem olduğu aşikardır. 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Need for a rapid change before the arrival of ecological crisis is still valid

CHP'nin İçindeki Canavar

Erzurum'da Güzelyurt'un Ruşen abisi...