F-35`ler ve S-400: Turk Dis Politikasi Nereye Duser Usta? (2)
F-35`ler ve S-400: Turk Dis Politikasi Nereye Duser Usta? (2)
Anıl Kemal: Aslında hem savunma/silah sistemleri üzerine hem de Rusya üzerinden dış politika analizine geniş bir yorumlama yaptık. Ama yine de söyledikleriniz üzerine kafamı kurcalayan bir şeyi açmak ve bu çalışmayı öyle noktalamak istiyorum. Bütün bu girdabın içerisinde -bileşenler: Batının sarsılması ve caydırıcılığının yaratacağı etkiye karşı alternatiflerinin daha görünür olması, bütün dünyada dış politikanın iç politikanın manipülasyon alanı olarak kullanıldığı ve rasyonalitenin getirilerinin iç kamuoyu desteğinden ağır basmadığı bir ortamda Türkiye’nin savunma alanında elde ettikleri ve dünyadaki güç dengelerinin yeniden biçimlenmesiyle görece egemenlik meselesini yeniden tartışmamız gerekiyor mu? Yani gerçekten şans/tesadüf/irrasyonalite/hesaplama hataları ile dolu bir dönemde Türkiye sonuç olarak kendisini bir miktar daha ikna edilmesi gereken bir aktör olarak konumlandırdı diyebilir miyiz?
Mahlas KAF:
Türkiye’nin kendisini bir miktar daha ikna edilmesi gereken bir aktör olarak konumlandırıp konumlandırmadığı çok başka bir tartışmanın konusu olsa da, son dönemdeki gelişmeler görünürde böyle bir tabloya dair sinyaller veriyor. Ancak tabi eşeleyip altına bakıldığında, özellikle de sahada ne olduğuyla ilgili somut veriler incelendiğinde, Türkiye’nin hem batı hem de Rusya’ya karşı ikna edilen değil, dayatmalara maruz bırakılan bir aktör olarak yoluna devam ettiği konusu bence hala açıkça ortada.
Türkiye ABD ilişkilerinin girdiği türbülans sonrası Rusya ile yakınlaşılaşmasının sahada hangi somut sonuçları getirdiği sorusunu sormak önem arz ediyor. Zira amaç ve kapsamı tam olarak hala belli olmayan Afrin ve Fırat Kalkanı harekatları Rusya tarafından Türkiye’nin önüne birer havuç olarak uzaltısa da bunların hiçbiri Türkiye’nin İdlib ve Fırat’ın doğusu gibi esas güvenlik sorunlarına direkt çözüm getirmiyor. Suriye’ye ek olarak, Libya’daki vekalet savaşı, Doğu Akdeniz, Boğazlar’ın statüsü gibi Rusya ile doğrudan ya da dolaylı muhattap olunan başka dış politika meselelerinde de Rusya’nın hem sahada hem de masada Türkiye’nin tam karşısında yer almaya devam ettiğini görüyoruz. Dolayısıyla, somut veriler ve olaylar göz önüne alındığında, Türkiye’nin ikna edilmesi gereken bir aktörden çok, ABD ile ilişkilerinde ve dış politika tercihlerinde içine düştüğü sıkıntılı durumdan çıkmak için kendini hesapsızca Rusya’nın kollarına bırakan bir aktör gibi göründüğünü düşünmekteyim.
Aynı şekilde ABD de Türkiye’ye karşı öncelikli dış politika konularında bir ikna çabasına girmiş ya da bir taviz vermiş görünmemektedir. Tabi basında verilen şekliyle olaylar bir ikna çabası olduğunu gösterse de, bu çaba ABD’nin Türkiye’yle uzlaşmaktan ziyade Türkiye’yi kendince ait gördüğü alana geri çekmeye yönelik şekilde kurgulanmıştır. Hem Münbiç’te hem de bugün Fırat’ın doğusunda ABD Türkiye’ye oyalayıcı ve yüzeysel öneriler dışında bir çözüm sunmamıştır. Sunmaya da niyeti yok gibi görünüyor zira ABD, Türkiye’yle düzmece bir devriye faaliyeti yürütürken yüzlerce tır ile YPG’ye silah göndermeye ve hatta YPG’yi Türkiye ile yaptığı ortak devriyelere davet ediyor. Rahip Brunson krizi, Münbiç meselesi, S400’e verilen F35 cevabı, Fırat’ın doğusu ve olası bir müdahaleye yönelik Trump’ın tehditleri, ABD’nin Türkiye’yi ikna etmeye çalışmaktan çok dayatmalarına devam ettiğini işaret ediyor.
Peki gerçekler bu ise, toplumda neden Türkiye’nin ikna edilmeye çalışılan bir aktör olduğu kanısı oluştu? Bu sorunun cevaplarından biri, Rusya’nın Türkiye’yle ilişkilerinde uyguladığı muazzam halkla ilişkiler çalışması olabilir. Zira Rusya, gerek Astana sürecinde gerekse ikili ilişkilerde, Türkiye’ye aslında hiçbir somut taviz vermeden onu bir aktörmüş gibi gösterebildi. Bir başka ifadeyle Rusya, hem ABD’ye hem de Türkiye kamuoyuna Rusya’nın ABD ile arası bozulan Türkiye’yi saygın bir bölgesel güç ve çözüm ortağı olarak gördüğü algısını başarılı şekilde yerleştirdi. Son olarak S400 krizinde Türkiye’nin geri adım atmaması da bu algıyı doğal olarak beslemiş olabilir. Ancak yukarıda verilenler dikkate alındığında, bunların bir halkla ilişkiler çalışması olduğu da bir gerçek. Örneğin Türkiye’nin S400 krizinde geri adım atmamasını egemen bir devletin bağımsızca verdiği bir tavırdan çok, yaptığı tercihler neticesinde geri dönülemez bir noktaya gelen Türkiye’nin çaresiz bir adımı olarak görmek daha doğru olacaktır zira S400 meselesi krize dönüştüğünde artık sadece S400 ile sınırlı kalmaktan bir hayli uzaktı.
Türkiye’nin ikna edilmesi gereken bir aktörmüş gibi görünmesine sebep olan bir diğer faktör ise ABD’nin özellikle de Trump sonrası sergilediği tutarsız dış politika görünümü. Görünüm diyorum zira ABD yine yukarıda verildiği üzere hiçbir ana başlıkta Türkiye’ye herhangi bir somut taviz vermemiştir. Ancak Trump’ın Türkiye’ye yönelik başına buyruk ve iç politika odaklı pozitif söylemleri, özellikle de Rahip Brunson, Nasa’da çalışan mühendisin serbest bırakılması ve Osaka görüşmelerinden sonra Türkiye’nin sanki ABD tarafından ikna edilmeye çalışıldığı ya da en azından Trump yönetiminin Türkiye’ye karşı dostane bir tutum içerisinde olduğu algısını oluşturdu.
Oysa Pentagon ve Dışişleri, yukarıda verilen başlıklardan hiçbirinde Türkiye’ye karşı tutumunu değiştirmemiştir. Zira Trump’ın mevcut sistemde onlara bunu dayatma gücü yok. Tüm bunların ötesinde, Trump da zaten Türkiye’ye karşı söylemlerinde samimi değil. Kendisinin Türkiye’ye karşı bir pozitif, bir negatif gelişen çelişkili çıkışları da buna delil oluşturacak niteliktedir.
Özetle, olaylar ve koşullar Türkiye’nin ikna edilmesi gereken bir aktör olduğu gibi bir izlenim yaratsa da, hem ABD hem de Rusya cephesinde, somut konularda herhangi bir politika değişikliğı veya Türkiye’ye taviz verilmesi söz konusu olmamıştır. Olmamaya da devam edecekmiş gibi görünmektedir.
Yorumlar
Yorum Gönder